Salı, Aralık 19, 2023

Dünyada söylenmedik söz vardır!

Her Şey Bulgurdan

0
Share

Annesinin gönderdiği bulgur poşeti geldi aklına. Söylendi kendi kendine. “Kavurma göndereyim mi oğlum, mercimek koyayım mı, üzüm de ister misin…” “Otogar uzak. Taşıyamam anne.” demişti. “Fıstık ve biraz da peynir koysan tadımlık yeterli.” Annesi buna rağmen oğlunu dinlememiş, Kavurma, fıstık, ceviz, üzüm, pestil, peynir, bulgur, aklına ne geldiyse poşetlere doldurmuş, bunları bir şeker torbasına istifleyip göndermişti. Kavurmayı, fıstığı, cevizi ve peyniri bir hafta içerisinde bitirmişlerdi. Üzümü bir süre mutfak dolabında bekletmişler, şekerlenince hoşaf yapmayı denemişler, atmışlardı birkaç ay sonra. Bulgur poşeti annesinin bağladığı gibi duruyordu.

Mutfak dolabını açtı. Bulgur poşetine uzandı. “Ağırmış da…” dedi. “Beş kilo var.” Poşeti usulca mutfak tezgahının üstüne indirdi. Bulaşık sepetinden su bardağı aldı. İki bardak bulguru plastik bir saklama kabına boşalttı. Musluğu açtı. Suyun rengi berraklaşana kadar yıkadı. Elini saklama kabının bir köşesine set yaparak suyunu iyice süzdü. Kabı tezgahın üzerine bıraktı. Gömlek cebinden sigara paketini ve çakmağını çıkardı. Önce bir sigara yaktı; ardından ocağı. Tencerenin ısınmasını bekledi. “Buralarda yağ olacaktı!” diye söylendi. “Tezgahın altındadır.” Eğildi, dolabın kapağını açtı. Bakkaldan aldığı bir litrelik mısırözü yağı şişesini çıkardı. Şişenin etrafına yağ bulaşmıştı. “H.nin işidir kesin!” dedi. Homurdandı. Şişenin kapağını çevirdi, ısınan tencereye yağ boşalttı. Rahat iki yemeklik yağ dökülmüştü. Aldırmadı. Zaten nerdeyse bitmek üzereydi. Yağın kızarmasını bekledi. Tüpün altını açtı. Salça kalmıştı biraz; tezgahın bir köşesinde duran salça kutusuna uzandı. Mutfak çekmecesinden bir kaşık aldı. Teneke kutunun etrafında biriken küfleri kaşığın ucuyla temizledi, kaşığı lavaboya doğru eğdi, bir iki kere sertçe salladı. Düşmedi. Sağ işaret parmağıyla temizledi. Avuç içiyle musluğu açtı, sağ orta parmağını ve başparmağını kullanarak işaret parmağını suyla birkaç kez ovaladı. Musluğu kapattı. Teneke kutuda kalan salçaları kaşıkla sıyırdı. Yağ kızarmıştı. Kaşığı sallayarak salçanın tencerenin içine düşmesini sağladı. Saklama kabına uzandı. Bulgurları tencereye boşalttı. Bir iki çevirdi kaşıkla. Musluğu açtı tekrar. Su bardağıyla arka arkaya birkaç bardak su koydu tencereye. Tuza uzandı. El kararıyla bir miktar tuz attı. Tekrar karıştırıp tencerenin kapağını kapattı.

Yarım saat sonra elleriyle pişirdiği bulgur pilavını yiyip de güzel annesini hatırlayınca teşekkürlerini gönderdi sessizce. Tabağa ve su bardağına dokunmadan ayağa kalktı. Bambu kitaplığın üst rafına yerleştirdiği 14 ekran siyah beyaz televizyonun düğmesine bastı. Tek kanalı çeken bu televizyon karşısında iki seçeneği vardı insanın: Ya yayındaki programı izleyecekti, yahut izlenecek bir şey bulamazsa televizyonu kapatacaktı. Müzik programı vardı yayında. Eşlerini alıp TRT binasına koşan bıyıklı, göbekli koca koca adamların neşeli tıngırtılara alkışlarıyla tempo tuttukları, hüzünlü şarkılar karşısında kafa sallamak, ya da doluk gözlerle bakmak gibi davranış biçimleri geliştirdikleri programlardan biriydi. Ya THM, ya TSM konserleri olurdu bunlar. Genelde memur tipler katılırdı programa. Belki de şu memurların yoklamasını aldıkları tarzdan belediye etkinlikleri gibi bir şeydi bu programlar. Katılım zorunluydu yani. Ve yine Muhlis’e göre bu tipler özenle seçiliyorlardı; matruşlu parlak suratlar (ki bunlar genç memur ve bürokratlar olmalı), bıyıkları bir batman badem yağına yatırılmış, saçlarının kenarlarına hafiften kır düşmüş 20-25 yıllık memurlar… Aralarına birkaç tane kel ve emekli memur da serpiştiriyorlardı muhtemelen. Kirli sakal, çember sakal, keçi sakal, top sakal hak getire!* Karıları ise kötü makyajlarından, aşırıya kaçan rujlarından ve sahte sarı, kuaför görmüş saçlarından vazgeçemiyorlardı bir türlü. Muhlis’e kalırsa bu tipler programa gelirken ne giyeceğim sıkıntısı da çekmiyorlardı: Kadınlar klasik kumaş etek, üstüne beyaz gömlek, onun da üstüne eteğiyle takım oluşturan bir ceket giyiniyorlardı. Erkekler, ön sıralardaki birkaç istisna dışında, takım elbiseleriyle katılıyorlardı programa. Ön sıradakiler demişti bir keresinde H., üst düzey bürokrattırlar. Burada da protokol kuralları işletiliyordur mutlaka. Stres atmak için katılırlar bu tür programlara. Kimsenin zorlamasıyla gelmezler. Yoklama dışıdırlar… En çok emeklilere şaşırıyordu. “Bunlar iflah olmaz!” diyordu. Mezara da grand tuvalet gider bunlar. Muhlis’in ve H.nin ısrarla vurguladığı bir şey vardı: Kadınların istisnasız hepsi rüküştü. S.nin ise, erkeklerin baston yutmuş gibi oturmaları tuhafına giderdi. “Bacak bacak üstüne atanı bile baston yutmuş gibi oturuyor!” derdi.

Televizyonu kapattı. “Tek başına bu gerzeklikler çekilmiyor.” dedi. “Kısaltmalar bile ne tuhaf!” (THM, TSM.) Ortaokuldaki milli tarih, milli coğrafya derslerini hatırlatıyordu Muhlis’e. “Hani müzik evrenseldi! Bu ırk vurgusu ne ya?” dedi. “Adamlar ne güzel country demişler folklarına. USA damgası görüyor musun?”

“Deliriyorum galiba. Kendi kendime konuşuyorum.” dedi. Bir süre öylece sustu. Vakit gerçek anlamda geçmek bilmiyordu. Ağustosun başlarıydı. Terk edilmişti. Evi bir başına tasfiye etmesi gerekiyordu. Kalacak yer bulmalıydı. Para lazımdı. Her şeyden önce karnını doyurması lazımdı. Cebinde kibrit parası yoktu. Kibrit deyince aklına sigara içmek geldi. Gömlek cebinden Samsun paketini çıkardı. Uzun uzun markanın amblemini süsleyen tütün yaprağına baktı. Çocukluğundan beri beğenirdi bu amblemi. “Ne güzel!” diye mırıldandı. İçinden bir sigara çıkardı. Elini tekrar gömleğinin cebine attı. Çakmağını çıkarıp sigarayı yaktı. Uzun uzun çekti dumanı içine. Biraz başı döndü. Başının döneceği çaysız ve sigarasız geçecek uzun günleri ve geceleri düşündü. Ağrılar da cabasıydı. Geçmişten biliyordu. Yokluğun ne kadar süreceğini kestirememesi, yalnızlığı, çaresizliği, işte bu belirsizlikler toplamı ve daha şekillenmemiş bir duygu olarak beyninin duvarına çarpıp duran diğer belirsizlikler, üst üste, katman katman, hatta karman çorman bir halde gerisin geri dönüyor, bir süre boğazında düğümleniyor, sonra aşağılara doğru kaybolup gidiyorlardı.

Ayağa kalktı. Tabağı ve su bardağını mutfağa götürdü. Aylardır yıkanmadığı için katran tutan çaydanlığı aldı. Musluğu açtı. Su koydu. Ki bu arada zil çaldı. Çaydanlığı ocağın üzerine yerleştirdi, aceleyle altını yaktı. Koridoru geçerek kapıya doğru yürüdü. “Kim o?” diye seslendi. Ses yoktu. Bir daha seslendi: “Kim o?” Yine ses yoktu. “Komşulardır, yahut çocuklardır.” dedi. Salona dönüşte mutfağın ışığını kapattı. Ocağın ateşini biraz fazla açmıştı, kıstı. Salona geçti. Koltuğa oturdu. Tutumlu davranmaya başladığı dikkatinden kaçmadı. Kendini tebrik mi etmeliydi, yoksa haline mi üzülmeliydi; bilemedi. “Halimde ne var?” dedi çok sonra. “Vakit geçmiyor sadece…”

Üzerinde yemeğini yediği, çayını içtiği sehpaya uzandı. Hangi tarihte icat edildiğini bilemediği ve modelini hatırlayamadığı orta sehpaların ilk versiyonlarındandı bu. Düz, kare şeklinde, ortasında cam levha bulunması gerekirken iki yıl önce koli bandıyla karton yapıştırıp kullandıkları, yaklaşık yarım metre yüksekliğinde, dört bacağı hafiften kavisli, yer yer boyaları dökülmüş, kahverengi, çirkin, ama işlevsel bir sehpaydı. B.nin ve K.nın geldiği akşamlarda batak, H. ve S. ile evde yalnızken 3-5-8 oynarlardı çoğunlukla üzerinde. İhaleli batak oynadıkları da olurdu. S. bu oyunlarda bir türlü mutlu olmayı beceremez, ya son elim deyip erkenden çekilirdi oyundan, ya da bazen istemsizce bağırır, bazen de H. İle tartışır, çıkardıkları gürültüler salonun yan daireye bakan duvarındaki çatlaktan komşulara kadar giderdi. Komşu, “Sabah erkenden çocuklar işe gidecek, ya çenenizi kapatın, ya da uyuyun!” derdi bağırarak. Karşılıklı bağrışmalar böyle haftada birkaç kez tekerrür eder, Muhlis ve bazen H. (bağrışmalarda rolü yoksa) S.’ye çıkışır, “Geç oldu, yine azar işitmeyelim!” derlerdi. S., “Ne yapim, kendimi tutamıyorum.” derdi her seferinde. Çok sevdiği kırmızı noktalı pingpong topu anlatısındaki gibi, bir şeyler sürekli kendini tekrar edip dururdu bu akşam eğlentilerinde. Bazen de S. çayını alır, odasına kitap okumaya geçerdi. H. ise kurulmaya hazır bekleyen saat gibi vakitlice yatağına gider yatardı. Hemen de uyurdu. Bir keresinde Muhlis, keşfettiği “Şehir Efsaneleri” adlı bir kitabı eline almış H.nin odasına gitmiş, yüksek sesle bu kitaptan bölümler okumuştu H.ye. Bunu bir süre alışkanlık haline getirmişler, Muhlis’in kimi zaman sarsak sarsak, kimi zaman bir çırpıda, zaman zaman aksan vererek, bazen de tonlama yaparak okuduğu denemelere birlikte gülerlerdi. H. genelde kahkahasının ortasında uyuyakalır, ağzı açık horlamaya başlar, bazen de “Bu akşam bu kadar yeter kardeş, yarın okula gideceğim, uyuyayım.” derdi. Muhlis için kendine vakit ayıracağı saatler o zaman başlardı. Kah kitap okur, kah müzik dinler, arada freecell açar, bazı geceler daha önce izlemediği bir siyah beyaz Hollywood klasiğine denk gelirse oturur izlerdi. Sabaha karşı trafik kurallarına uyunlu, sigarayı bırakınlı kamu spotlarına rastladığında içi bir tuhaf olur, sanki bu spotları izlemese günlük ayinini tamamlayamamış bir dindarın huzursuzluğuna düşecekmiş gibi kilitlenip kalırdı 14 ekran siyah beyaz televizyonun karşısında. Sabah ezanı içli içli okunurken huzursuzluğu bir kat daha artar, müezzinin susmasını bekler, bu sırada bir sigara yakar, eline ya bir şiir kitabı alır, ya yarıda bıraktığı bir romana döner, yatar uyurdu ya da.

Sabah erken kalktı Muhlis. Acıkmıştı. Dünden kalma bulgur pilavını ısıtmadan bir tabağa doldurdu. Çekmeceden bir kaşık aldı, tabağın kenarına bıraktı. Çaydanlığa su koydu. Demlikteki çay posalarını, suyunu iyice süzdükten sonra, plastik çöp kutusuna boşalttı. Demliği suyla çalkaladı. Musluğu kapattı. Çayın altını yaktı. Tabakla birlikte salona yürüdü gözleri çapaklı çapaklı. Her zamanki koltuğuna oturdu. Gözlerini ovaladı önce. Tabağın kenarındaki kaşığı aldı, bulgur pilavına daldırdı. İlk kaşıkta “Tuzsuzmuş bu!” dedi. “Dün nasıl yemişim?” Sehpanın üzerindeki adi camdan yapılma, kırmızı kapaklı, kenarları yemek lekeleriyle kaplı tuzluğa uzandı. Ters çevirip bir iki kere salladı. Tuz nemli ve topak topak döküldü pilavın üzerine. Kaşıkla pilavı birkaç kez karıştırdı, tuz topaklarını dağıttı. Birkaç kaşık pilav daha aldı. Susamıştı. Kalktı mutfağa geçti. Musluğu açtı. Dün pilav yaparken kullandığı bardağa su doldurdu. İçerken sol eliyle burnunu kapattı. Böylece İSKİ suyunun o tuhaf kokusunu almıyordu. Son yuduma geldiğinde bardağın kenarındaki bulgur tanesinin de suyla birlikte usul usul ağzına doğru süzüldüğünü gördü. Aldırmadı. “Nasılsa eriyecek!” dedi. Yeniden salona döndü. Dün gece okumaya başladığı Bacon’ı eline aldı. Kapağına göz gezdirdi. “Ne güzel basıyorlar,” dedi, “şu Kazım Taşkent Klasikleri’ni.” Kapağı aralamasıyla kitabın kapaktan ayrılması bir oldu. “Tutkalla yapıştırmışlar.” dedi. “Koptu.” “Herkesler, her şeyler kopuyor.” diye düşündü. Sessiz sessiz düşünmeye devam etti: “Kimler kopmadı ki! O kız, şu arkadaş, bu dost; bir bir, acılı-acısız, umursamaz çoğu zaman, mektup bile bırakmadan, öylece aramadan sormadan, yürümeyecek muhabbetimiz demeden kopup gidiyorlardı hayatınızdan.” Düğmesi kopan pantolonunu hatırladı. Kirliydi. Çamaşır yıkamalıyım bugün dedi. Giyecek bir şeyim kalmadı. Dışarı çıkası da yoktu ya, ne olur ne olmazdı. Aslında hiçbir şey olacağı yoktu; en azından bir hafta boyunca.

Banyoya gitti. Pazardan aldığı mavi leğeni musluğun altına koydu. Suyu açtı. Leğenin su sızdırdığını fark etti. Sakızla kapattıkları delik açılmıştı. “Evde sakız var mı acaba?” dedi kendi kendine. Olmadığını biliyordu ya, belki… Deliği naylon eriyiğiyle lehimleme fikri belirdi kafasında. Mutfağa gidip kapı koluna asılı poşetlikten gözlerini kapatarak bir poşet çekti. Gözlerini açtığında poşetin mavi olduğunu gördü. “Güzel!”, dedi, yüzünde çocuklara özgü bir gülümsemeyle. Poşeti eritmek için çakmağını çıkardı, leğendeki deliğin üstüne gelecek şekilde tutuyordu bir eliyle. Kafi miktarda damlatıp deliğin kapandığını anlayınca durdu. Leğene doğru eğilip lehimi berkitmek için üfledi. Bir süre bekledi. Nihayet çamaşır yıkayabilirdi. Leğeni suyla doldurdu. Leğene deterjancıdan gramla aldığı markasız çamaşır tozundan bir avuç içi kadar boşalttı. Eliyle leğeni çalkaladı. Su her hareketinde köpürüyordu. “Deterjan iyiymiş!” dedi. Aynı tebessüm yeniden ifadesini buldu çehresinde. “Keşke…” dedi, sustu. “İyiden iyiye kendimle konuşmaya başladım, alışkanlık kazanmasam bari.” dedi. Önce beyazları yıkadı. “Renkliler şimdi kirlidir, beyazları etkilemesin.” dedi. Çitilediği elbiseleri çeşmenin üzerine diziyor, ne var ki elbiseler çoğaldıkça bir iki düşüyordu. “Olmayacak!” dedi. Gitti mutfaktan birkaç poşet aldı, getirdi, bunları küvetin içine serdi. Yıkadığı elbiseleri artık buraya koyuyordu. Çamaşırları yıkayıp leğene doldurduktan sonra hazır banyodayken duş alayım dedi. Musluğu açtı tekrar. Şofbenin suyu ısıtmasını bekledi. Yeterince ısınınca duşunu aldı. Kurulandı. Elbiselerini giyindi. Çamaşırları sermek için bahçeye geçti. Önce etrafına bakındı saat sabahın dokuzuydu. Meraklı komşu kızları, hanım teyzeleri, şımarık veletleri, SSK, Bağ-Kur emeklileri henüz doluşmamıştı balkonlara. “İyi!” dedi; çamaşırları sermeye başladı. İç çamaşırları açık renkli gömleklerle kamufle etti. Leğenin dibinde biriken suyu yere boşalttı. Tekrar etrafına bakındı. Kimseler yoktu. İçeri geçti. B.nin emanet bıraktığı CD çaların fişini taktı, play tuşuna bastı. Yorulmuştu. Yatağa uzandı. “Uyku Kardeşim”e gelmeden uyumuştu. Horultuları kah Kızılok’un sazına karışıyor, kah şarkı arası boşluklarda yankı yapıyor, nihayetinde şarkı, uyku, varlık, yokluk iç içe, kimi zaman uyumlu, kimi zaman kararsız akıp gidiyordu.

Öğleden sonra 15:30 sularında uyandı. Kalktı yüzünü yıkadı. Televizyonu açtı. Sabahtan sehpanın üzerine bıraktığı tabağı eline aldı. Kalan pilavı büyük bir iştahla yedi. Reklamlar bitmiş, yerli bir dizi oynuyordu televizyonda. Kel bir adamla kendi yaşlarında bir kız bir evin salonunda acemice dans ediyorlardı izlediği sahnede. Sonra birbirlerine sarılıyorlar, bölüm bitiyordu. “Öpüşmeyi bile beceremiyorlar!” dedi 45 gün boyunca müptelası olacağı bu dizi üzerine hüküm verirken. “Bir sahnedeki acemilikten hareketle karar mı verilir!” demişti çok sonraları hatırladığında. Final sahnesi olduğunu da öğrenmişti rastladığı bu sahnenin. Köylüce bir şeyler vardı sanki. Zira ertesi sabah televizyonu açıp da eski bölümlerinden birini izlediğinde erkek karakterlerin hepten köylü olduğunu görmüştü. Kızlarsa şehirliydi. “Ah şu TRT’nin modernizatörleri! Topunuz arka bahçe…” diyecekken çamaşırlar geldi aklına. Bahçeye çıktı bir koşu. “Umarım komşunun köpeği dönmemiştir tatilden.” Pazartesi döneceğini duymuştu evin büyük veledinin. Köpeği vardı bir de. “Hem rutubetli bahçe katlarına on kişi doluş, hem cins köpek besle, hem tut köpeği tatile götür. Çocuk da markette mi çalışıyordu ne?!” dedi. Gerçekten dönmüştü. Gelir gelmez köpeği bahçeye çıkarmış, lanet hayvan uzanabildiği pantolon, gömlek ne varsa yere indirmiş, ayaklarıyla tepelemiş, toprak zeminde sürümüş, salyalarını akıtmış, bir işemediği kalmıştı üzerlerine. “Terbiyesizler!” dedi duymalarını isteyecekleri bir tonda. Birkaç defa daha kurdu bu kısa cümleyi: “Terbiyesizler! Terbiyesizler! Terbiyesizler.” Köpeğin saldırısından kurtulan çamaşırları toplayıp sağ koltuğunun altına sıkıştırdı, içeri kanepenin üzerine bıraktı. Ardından gidip yerdeki elbiseleri aldı, banyoya götürdü, leğene bastı. Umutsuz bir şekilde döndü, koltuğuna oturdu. “Lanet olsun!” diyor başka bir şey demiyordu. Sakinleşmek için çay içmeliydi. Ayağa kalktı, adımını atmadan çayın bittiğini, son sigarayla birlikte son bardağı içtiğini hatırladı. Olduğu yere çöktü; ağlamak istedi, ağlamak istedi, ağlamak istedi. Ağlayamadı. Televizyonu kapatıp, yatağına döndü. Sırtüstü uzandı, gözlerini tavana dikti, öylece uyuya kaldı.

Yatsı ezanıyla birlikte uyandı. Acıkmıştı. Elini yüzünü yıkadı. Mutfağa gitti. Kendine pilav yaptı. Oturdu, yedi. Eline Bacon’ı aldı. “Bu defa başlayacağım.” dedi. Önsözü es geçti. Birkaç sayfa okudu. Sıkıldı, bıraktı. Televizyonu açmaya niyetlendi, hemen vazgeçti. Kitabı yeniden eline aldı. Sesli sesli okumaya başladı: “Ya da dinin amacını, iğrenç zorbalık eylemlerine indirgeyerek kralları öldürenlere, ne buyrulur? Hiç kuşkusuz bu, Kutsal Ruh’u yeryüzüne bir güvercin değil de bir akbaba ya da kuzgun kılığında indirmek, Hıristiyan Kilisesi’nin gemisine korsanlarla katillerin bayrağını çekmektir.” Muhlis en çok okuduğu bu satırlara mı kızmıştı, yoksa Bacon’ın aynı sayfada din hakkında, halkı silahlandırmak hakkında serdettiği diğer gevezeliklere mi içerlemişti emin değildi. Karşısına herhangi bir kral çıkarsalar bırakın öldürmeyi, yüzüne bile tükürmezdi, ama Bacon’ın kralının götünü kollamak için sarf ettiği çırpınışlarda ikinci sınıf bir filozof da olsa yakıştıramadığı bir şeyler vardı. Tuttu kitabı yere fırlattı. Mutfağa gitti. Su içti. Çay kavanozunda kalan kırıntılar dikkatini çekti. Avucuna doldurdu. Salona yürüdü sallanarak. Etrafına bakındı. Çalışma masasının çekmecelerini, kitapların arasını, kalemlik olarak kullandıkları çakma porselenden neskafe fincanlarını kontrol etti. Sigarasızlık başına vurmuştu. Tütün kağıdı arıyordu. Bulamadı. Aramaktan vazgeçti. Ajandadan bir kağıt daha kopardı. Tütün kağıdı ebatlarında parçalara ayırdı. Eline bu parçalardan birini aldı. Arasına çay yaprağı koydu. Sardı. Biraz uğraştıysa da tükürükle tutturabildi kağıdın iki ucunu. Sigara hazırdı. Yaktı. Derin bir nefes çekti, temkinsiz. Kuru bir öksürük patlaması ilk nefesi takip etti. Acıydı ve tütüne hiç benzemiyordu. İkinci nefesinde kağıdın ayrışmaya başladığını gördü. Dilinin ucuyla ıslatarak yeniden yapıştırmaya çalıştı kağıdı. Bir nefes daha çekemeden açılıverdi kağıt. Çay yaprağı ve kağıttan oluşan kütleyi, tıpkı bir sigara gibi, sehpanın üzerinde duran küllükte söndürmek istedi. Kağıt bir türlü sönmüyor, yanmasını sürdürüyordu. Eliyle kağıdı eşeledi. İşaret parmağını yaktı, dudağına götürdü. Kağıt hala yanıyordu. “Canı cehenneme!” dedi. Eğilip yere fırlattığı “Denemeler”i eline aldı. Bir sonraki bahis öç üzerineydi. “Eyvah!” dedi ki daha ilk cümlede bi “hassiktir” çekti. B. geldi aklına. “Hımbıl herif şimdi burda olsaydı ‘Siktir tabii dedenin bastonu mu zannettin’ derdi” dedi. Birkaç milyon kez duymuştu bu lafı B.den. Bi “siktir” de B.ye çekti. “Arayıp sormuyor ibine!” dedi. Aynen onun telaffuz ettiği gibi söyledi, güldü. “Gülebildiğime göre,” dedi, “hala yaşıyorum ve aklımı yitirmedim. Yoo! Yaşıyorum ancak delirmediğimi göstermez bu. Delilere en çok yakışan şey gülüşleridir. Gülebildiğime göre yaşıyorum çıkarımını yapabiliyorsam delirmemişimdir!” dedi. Bi “kahretsin” çekti arkasından. “Ucuz belagatin üzerine ucuz felsefe hiç de gitmiyor. B. burda olsaydı çıkar Sultanahmet’e giderdik. Gecenin üçü de olsa giderdik. Bankların üzerine ne güzel de çiğ yağmıştır şimdi. Sonra çimenlerin. Yorgun argın, dinlenemeden geri dönerdik tramvay yolunu takip ederek.”

Kafasında tasarladığı Sultanahmet yürüyüşünü tebessümle savuşturduktan sonra yeniden kitaba döndü. Okuma isteği yoktu pek. Anlamsızca sayfalarını karıştırdı kitabın. Ardından künyesine bakmak geçti aklından. Orijinal adını, kimin çevirdiğini merak ediyordu. “Essays”mış sahiden!” dedi. “1982’de Adam Yayınları basmış ilk. Akşit Göktürk çevirmiş.” Bu ne işine yarayacağını bilemediği bilgiyi de hafızasına tıktı. Belki bir gün satır arasında yiteleyecekti birilerine. “Aaaa! Kitap bilgisi de pek ala!” dedirtecekti, kim bilir. Öğrendiğimiz pek çok şey öyle değil mi? Yitelemek için yaşıyoruz. Her şeyimiz üst üste, kaba, hoyrat… yiteleme üzerine kurulu bir dünya. Evrim diyordu Darwin. Evrildikçe yeni yiteleme biçimleri kazanıyoruz. Oysa yüzbinlerce yıldır yaptığımız şeyin özü yitelemek.

Gözü ölüm bahsinde geçen şu cümleye takıldı: “Ölmek de doğmak gibi doğal bir şeydir; yeni olan bir bebek için, doğmak da ölmek kadar acı verir.” “Amma laf!” dedi. “Bu cümleyi kurarken Aristo’yu, Sokrates’i tepelediğini falan düşünmüş müdür? Sahi filozofların böyle hırsları var mıdır? Hegel’i ezip geçecem, Kant’ın felsefesini yerle bir edecem, Schopenhauer’i gömecem, Kierkegard’ı atomlarına bölücem, dağıtacam ulan hepsini!” Kitabı sehpanın üzerine bıraktı. “Yapılacak en iyi şey,” dedi, “televizyon izleyip biraz uyumak.” Televizyonu açtı. “Funny Face” oynuyordu. “Audrey Hepburn de olsa şimdi hiç çekemem bu Amerikan gevezeliğini.” dedi “En kötü Fransız felsefesi en iyi Amerikan müzikalinden yeğdir.” Televizyonu kapattı. Yatağına geçti. Ayakucunda duran çarşafı üstüne çekti. “Bugün de ne boktandı!” dedi. “Hiç bitmeyecek sandım.” Başını duvara doğru çevirdi, gözlerini kapadı, uyudu.

* Bir keresinde, gri spor ceketli, kahverengi pantolonlu, benekli tuhaf bir kravat takan, top sakallı birine rastlamışlardı ön sıralarda. Başındaki beysbol şapkasını ve üzerindeki gri paltosunu da çıkarmamıştı. “Kim lan bu palyaço?” demişti H. gözlerini kısarak. “Ben bunu tanıyom galiba. Bizim okuldaki hocanın Ankara Üniversitesi bilmem ne fakültesindeki öğretim üyesi kardeşi.” demişti S. H.’nin garibine gitmişti bu tuhaf hocanın memur kalabalığı arasında tek başına alışılmadık giyim tarzıyla oturması. Birkaç defa da ön sıralarda matruşlu oğlanlarla birlikte oturan ince kesilmiş sakalları, kel kafalarıyla, kırlara bürünmüş “Şirin Baba” kıvamında hacı amcalar görmüşlerdi ekranda. “Köyden şehre okumaya gelip bürokrat olmayı başarabilmiş köylü çocukları bunlar!” demişti S. “Babalarını yanlarında taşımaktan gocunmuyorlar, ne güzel!” Muhlis itiraz etmişti. “Bunlar hepten nostalji. Cumhuriyetin bir yerden sonra ‘Şirin Babalara’ da ihtiyacı var.” deyivermişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir